TARİHİ PROBLEMİMİZ; SİYASET KARŞITLIĞI

  • 16.04.2011 00:00

                 

                   TARİHİ PROBLEMİMİZ; SİYASET KARŞITLIĞI VE

                   MÜSLÜMANLARIN ÖDEDİĞİ FATURA

 

         İslam dünyasında, meydana gelen son ayaklanma ve kıyamlarda siyaseten teşkilatlanmamış olmamızın ve coğrafyamızda hiç olmazsa inancımızın siyaseti doğrultusunda lider yetiştiremememizin faturasını ödediğimiz, dikkatinizi çekiyor mu?

         Son 200–300 yıldır; İslam dünyası dışarıdan yönlendirme projelerin etkisi altında, daha önce kendisine izzet ve şeref bahşeden ne kadar “nebevi örneklik” varsa hepsine aykırı davranır hale getirilmiştir.

         İslam Peygamberinin siyaset anlayışı terk edilerek, “ siyasetsiz cemaat şuuru” ile ruhen daha da yükselineceği düşünülmüştür. Maalesef bunu hem medreseler, hem tekkeler hem de diğer İslami yapılar, İslam adına vazgeçilmez bir şart sayarak, Müslümanların beynine işlemişlerdir.

         İnanç coğrafyamızda her zaman lider durumunda olan ülkemizde de çok uzun bir süre aynı anlayış devam ettiği için, imparatorluk yıkılıp devlet yapılanırken; ülkemiz Müslüman aydınlarının bu anlayışla idareyi, kuruluş anlaşmalarını (Lozan vs.) batıcılara, ittihatçılara, terk ettiklerini acı bir tecrübe olarak yaşadık. Bizimle beraber İslam dünyası da yaşadı. Onlara yardımı bırakın, Misak-ı milli içindeki birçok yer bile kaybedildi.

         Yaklaşık 100 yıl önce cemaatleşen mısır Müslümanlarının; uzun süre toplumsal, eğitsel ve ekonomik problemlerle ilgilenmesine rağmen, ülke yönetiminde, dış politikasında söz sahibi olmaması ve adeta olmak istememesi başka nasıl izah edilir. Bu konuda, Mısırlı Müslümanlar; İslam dünyasının önderi durumundaki ülkemiz Müslümanlarının 1960lardan sonraki siyasi yapılanmalarını örnek almışlardır. Hint Müslümanlarının durumu da;(ikbal hariç) aynıdır. Çok büyük bir güç olmalarına rağmen birlik olamamanın acı tecrübesini yaşamaya devam ediyorlar.  

         Mısırdaki ihvan hareketi de; uzun bir süre, ülkemizdeki “siyasetten Allaha sığınan” ları örnek almıştır. Bu örneklik tek taraflı olmamış, zaman içinde birbirlerini karşılıklı etkileme şeklinde olmuştur. Ülkemizin köklü cemaatlerinden birisinin mensubu olan yazarımızın, kaleme aldığı bir roman ( Minyeli Abdullah) bu karşılıklı etkileşimin yazılı belgesi niteliğindedir.

         Bu siyaset noksanlığını; ülkemizdeki bazı tasavvuf dergâhları fark edip, ülke kalkınmasının ancak izlenecek bir “siyaset” le, kalkınma siyaseti ile olabileceğini görmüşlerdir. Kıt maddi imkânları birleştirip, ülkeyi kalkındırma siyaseti gütmeye başlamışlar, ilk işletme kurulmuş, hemen arkasındanda, 1960ların sonlarında siyaseten teşkilatlanmanın gereğine tevessül etmişlerdir.

         Ancak bundan sonra, İslam dünyasında ve Mısırda Müslümanlar, siyasi yapılanmanın gereğine bu kadrolarca ikna edilmişlerdir. Ama geç kalındığını bugün yaşananlardan anlıyoruz. Ülkede kurulu zulüm çarkı bir şekilde yıkılmasına rağmen; olaylara “vaziyet edecek” siyasi liderlik ve önderlik olmadığı için siyasette, oradaki Müslümanlardan daha tecrübeli olan, işbirlikçi, sivil ve askeri elitler siyasi becerileri sayesinde, idareye hâkim olmak üzereler.

         Bugün az bir miktar siyasi becerileri varsa onu da ülkemizdeki Müslümanlarının siyasi tecrübelerinden edinmişlerdir. Bunu kendileri söylemektedirler.

         Hâlbuki Müslümanların, medreselerinde, tekkelerinde dergâhlarında, İslam siyaseti ve devlet adamı olarak Efendimizin(s.a.v) siyasi anlayışı ciddiyetle öğretilseydi, ne ülkemiz, nede İslam dünyası batı karşısında bu kadar mahkûm yaşamazdı. Sünni dünya bunu beceremedi. Becermeye çalışsa da,  çok geç kaldı.

          İtiraf edelim ki; Şii dünya bu konularda bizden daha erken dönemde bu işin farkına vardı. Daha 20. yüz yılın başlarında; Şii toplumu ve Sünni toplumun hatırı sayılır bir bölümünü, ardından sürükleyebilecek, münevverler (Ali Şeriatiler v.s) yetiştirebilmişlerdi. Aynı dönemde bizde de, başta (Nurettin Topçu olmak üzere), bir sürü aydın yetişmesine rağmen, biz onlara da, hem düzenin yok sayması, cehalet, hem de cemaat ve meşrep taassubu ile kulak vermedik onun yerine, sadece medreselerde risale okuyup, “eğuzubillah-i minessiyase”  diyip, “imanımızı kurtarmaya” uğraşmakla meşgul olduk. Ya da sadece vird okuyup zikir çekmekle yetindik. 

         1969 yılında İslami siyasetin gerekliliğine inanan bir kadro güç-bela çıktığında; “esas problem Siyonist planlardır” dediğinde; ona en büyük muhalefeti cemaatler ve cami cemaati yaptı. Halende yapmaya devam ediyorlar. Sanki işgal, sömürü, yağma, adaletsizlik, ezilenler, bizleri hiç ilgilendirmiyor. Tüm İslam dünyasında yaşananları düzelmek görevlerimiz değilmiş gibi davranmaya devam ediyoruz.

         Şimdi Libya da, Mısır da, Tunus ta ve diğerlerinde, dünya siyasetini ve inancınızın siyasetini bilen lider ve kadroların olmamasının cezasını çekiyoruz. Çok ağır faturalar ödüyoruz. Artık tercihimizi yapmamız, gerekiyor.

         Ya inancınızı ve onu siyasetini, Efendimizin(s.a.v) çizgisinde öğrenip, gereğini yapıp, izzet içinde yaşayacağız. Ve esasen bir ilim olan İslami siyasetini, siyaset ve cihat şuurunu, hayatımıza hâkim kılarak esaret zincirlerini kıracağız. Ya da; ehli kitapla “diyalogculuk” oymayıp, ABD ve batılıların bize uygun gördüğü, hayatı yaşayacağız.      

         Artık yetmez mi? Bu zulüm böyle devam ederse gelecek kuşaklar, bizim “kurtarılmış” imanımızı, sahip olduğumuz okul ve holdinglerimizi, lüksümüzü, servetimiz sorgulamaz mı? Hıristiyan, Yahudi ve işbirlikçi yönetimlerin, bombalarıyla Müslümanlar bombalanırken; peygamberi örnek alan Müslümanlar olduğumuza, kendimizden başka, kimi inandırabiliriz?

         Selamlarımla..

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Biz Bolulular (www.bizbolulular.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Mobil Uygulamalarımız

IOS UygulamamızAndroid Uygulamamız