ULUCANLAR; 12 EYLÜL VE 28 ŞUBAT(2)

  • 2.01.2011 00:00

        Yazımızın 1. bölümünde; Ulucanlar cezaevinde yaşadıklarımızı ve kurumun kısaca tarihini açıklayan bilgiler vereceğimizi yazmıştık.

         1923 yılında cumhuriyet ilan edilip; Ankara, başkent yapılınca; kente cezaevi yapılması gerekmişti. Cumhuriyeti kuran kadro; her konuda olduğu gibi bu konuda da, haklı olarak eski varlıklardan istifade yolunu seçtiler. Çünkü yeni kurulan idarenin bu yatırımlar için, henüz parası yoktu. Onlar da, araştırdılar. Ve o zamanlar; şehrin dışında bulunan eski mezarlık civarındaki, süvari birliğinin terk ettiği “at tavlası” cezaevi olarak hizmete açıldı. Ön tarafına da; o dönemlerde, Almanlara yaptırılan diğer hizmet binalarıyla( eski adliye binası, Ziraat bankası, Ankara hastanesi gibi)  birlikte; idare binası yaptırıldı.

 

         Ben 1975 yılında müdür adayı olarak eğitilmek üzere kurumda görevlendirildiğim de; kurumun ana kısımlarında ki koğuşlar, at idrarı kokardı. Uzmanların dediğine göre; atların idrarları, toprağa aşırı derecede etki yaparak, kapalı alanlara, kokuları 100 sene ye kadar devam edermiş. 1980 yılında kurumda idareyi devir aldıktan sonra, hükümlülerin de işgücü yardımı ile zeminleri bir metre kazarak, toprağı tahliye edip, zemine beton atarak kokuları gidermeye çalıştık.

 

         Yeri gelmişken şunu belirtmek isterim. Devletimiz; maddi imkânsızlıklar içinde; geçici olarak, burayı kullanmak zorunda kalmış, daha sonrada, bu bina uzun zaman kullanılmıştır. Ankara da, durum bu iken, diğer vilayetlerde farklımıydı? Hayır. Hepsinde; ya kale zindanları,( Sinop gibi) ya eski kiliseler,( Nevşehir, Gaziantep gibi) veya eski taş mektepler,(Kırşehir gibi) daha uzatılabilir. Buralarda infaz hizmetlerini yerine getirmeye çalışmıştır. Bunun sebebi de tamamen maddi imkânsızlıklardır.

 

         Devletimizin maddi gücünün iyi olduğu dönemlerde(0smanlı) cezaevi olarak yapılıp kullanılan binalar, şehrin ortasında kalınca; hiçbir tadilat yapmadan, sadece zeminleri lüks malzemelerle kaplanarak, doğramaları lüks yapılarak, tuvalet ve banyoları lüks seramiklerle kaplanarak, hiçbir değişiklik yapılmadan 5 yıldızlı otel olarak kullanılmaktadır. İnanmayanlar; gidip sultan Ahmet teki, eski cezaevini, şimdiki oteli görebilirler. Bu binanın cezaevi olarak ilk kullanıldığı yıllarda, Avrupa da; mahkûmlar, güneş görmeyen zindanlara konulup, ölüme terk edilirlerdi.

 

         Ulucanların cezaevi olarak kullanılmaya başlandığı yıllarda; Avrupalı dostlarımız buraya hiç eleştiri getirdiler mi? Bilmiyorum, ama 1989 yılında Avrupa da ziyaret ettiğimiz birçok cezaevinden daha kötü değildi.

 

         Sayın kültür bakanının katıldığı açılışta gösterilen prangaları ben hiç görmedim. Ulucanlarda pranga olmadığına da eminim. Çünkü pranga ve demirle bağlama cezası, kurumlarda kendilerine veya diğer hükümlülere zarar verenlere; hâkim kararı ile 1967 yılına kadar uygulanıyordu. Bu tarihte, bildiğim kadarıyla Avrupa ile eşzamanlı olarak; anayasa mahkemesi kararı ile kaldırıldı.

 

         Sanki bu cezaevinde; sürekli pranga uygulanmış veya buruya özgü bir uygulama imiş, imajı verilmesi manidardır.

 Bunları göstererek, kurum tarihini bir “işkence tarihi” olarak sunmanın kurumun tarihine; kurumda, insana ve yasalara saygılı görev yapmış olan eski çalışanlara haksızlık değil mi? 

 

        1980 yılına kadar bu kurumda orta ölçekli bir fabrika büyüklüğünde üretim atölyesi vardı. 12 Eylülde birdenbire tutuklu sayısı anormal derecede artınca, bu atölyeler kapandı. Ve koğuşa dönüştürüldü. 600 kişi kapasiteli kurumda birden bire 2000 kişi barındırılmak zorunda kalındı. Tıpkı günümüzde olduğu gibi. Ülkemizde olağan dönemlerde;  tutuklu ve hükümlü sayısı nüfusun binde biri oranında olurdu. Bu durum uzun zamandır böyleydi.

 

         Ta ki; 2005 yılında, Ceza ve usul hukukunda reform!!! Yapana kadar. Onun için bu dönemin olağan mı? Olağanüstümü? Olduğunun takdirini sizlere bırakıyorum. Şimdi de kapalı kurumların atölyeleri koğuşa çevrilme durumundadır. Çünkü toplam kapasite yaklaşık 70000 iken mevcut 125000 olmuş.

 

         Bu kurum genç devletin; çaresizlikten, geçici olarak kullandığı bir kurumdu. Çeşitli dönemlerde bakım ve tamirle ayakta tutulmaya çalışıldı. Hatta işgal ettiği alan yaklaşık yüz dönümlük bir alan olduğu için, 1937 yılında kurumun güney tarafına ülkemizin ilk açık( o zaman ki adıyla asri) cezaevi yapıldı. 300 kapasiteli bu kurum özellikle matbaacılık alanında ülkemizin en büyük ve en iyi matbaası olarak hizmet verdi. Ve buranın yaşam standardı, Avrupa da ki emsallerinden daha iyiydi.

 

          Bünyesinde hiçbir resmi kurumda bulunmayacak büyüklükte bir sinema ve konferans salonu vardı. Devlet tiyatrolarının oyunları, burada sahneye konularak kültür faaliyeti yapılırdı. Gönül arzu ederdi ki; sayın bakana bu konuda da, bilgi verilseydi de, oda bu konuyu gelen ziyaretçilere anlatıp, sadece geçmişi kötüleme durumunda kalmasaydı.

 

         Ulucanlar cezaevi tüm ülkenin mahkûmları için bir tedavi merkeziydi. Taşradan gelip Ankara’nın çeşitli hastanelerinde tedavi görenler için 100 yataklı hastane gibi reviri vardı. Kayıtlara göre de 1940lar da tam teşekküllü, sağlık kurulu kadrosu vardı. Oysa şimdi; sayın bakanın hükümetleri döneminde bırakın sağlık kurulunu 10000 kişilik cezaevi yerleşkelerin de, kendi kadrosunda tekbir hekimi bile yok.

 

          Çünkü cezaevlerinde uygulanan ücret politikası hekimlere verilen ücreti vermek istememiştir. Hekime 5000 lira verirken, müdürü 2000 liraya çalıştıramazdı. Müdüre ve diğer personele vermektense, hekimi kurum kadrosundan çıkarmak daha uygun bulunmuştur.

 

          Kurumların bulundukları bölgelerdeki aile hekimleri sağlık hizmeti vermeye çalışıyor. Kurum da meydana gelebilecek acil olaylarda acil servislerden ambulansın gelmesinin beklemek zorundalar. Bir toplu hadise çıksa maazallah, insanlar; şehre uzak kurumlara tıbbi yardım gelene kadar yaşar mı? Ölür mü? Şansına kalmış.

 

          Ankara’nın ortasında kalmış yaklaşık 100 dönümlük arazi kültür sitesi, park kütüphane ya da hastane yapılacağına hiçbir ibretlik ve kültürel değeri olmayan, dostlar alışverişte görsün kabilinden, hiç gereği yokken “işkence müzesi” yapılmıştır. İyi, yapılmasına da eyvallah, ama bari kurumun tarihini, geçmişini, bilen yığınla insandan bu konuda doğru bilgiler alınabilirdi. Gerçeğe uygun bir çalışma yapılabilirdi. Bu durum işkencenin önlenmesine çare değildir.

 

          İşkenceyi önlemek geçmiş kurum ve anlayışları telin etmekle olmaz. Bu gün çok modern diye topluma takdim ettiğimiz F tipi kurumları da çok geçmeden işkence hane olarak anılmaya adaydırlar. Yoksa birkaç yıl sonra bunları da “işkence müzesi” mi yapacağız?  Ne kadar çok müzemiz olacak, ne mutlu bize!

 

          Eğer hakikaten insanca davranış ve kaliteli “tretman” uygulayıp suçluları ıslah etmek istiyorsak; “suç da ceza da ferdidir” prensibine uygun müeyyideler geliştirip, ceza sistemimizde hapis cezasına alternatif yaptırımlar da getirmeliyiz. Böylece suçlunun cezasını yakınlarının da çekmesini önlemiş oluruz. Unutmayalım “adil devlet” olmanın gereği budur.

 

         Hatta mümkünse; suçluya istediği ve suçuna karşılık gelebilecek, alternatif yaptırım seçme imkânı verilmelidir. Suçlu bir hasta gibi, kendisine uygulanacak iyileştirme çeşidini seçerse tedaviye (ıslaha) daha kolay yanaşır. Yapılması gereken esas reform budur. İnancımıza uygun olanda budur. Önümüze gelen her şüpheliyi cezaevlerine tıkmaya devam ettiğimiz takdirde; başka hiç bir şey yapmasak bile; suçluya da, yakınlarına da, işkence yapıyoruz, demektir.

 

         Selamlarımla…             

          

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Biz Bolulular (www.bizbolulular.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Mobil Uygulamalarımız

IOS UygulamamızAndroid Uygulamamız