- 27.12.2010 00:00
Sahilden güneye, dağa doğru kıvrıla kıvrıla çıkacaksın Ayane Dağı’na ulaşan yolu, arka plakasının fotoğrafını çeken şoförlerin hikâyeleri eşliğinde…
Uma(Ortapazar) dediğimiz yer; ırmakların, çay bahçelerinin, ormanların türküler söyleyip, kemençe eşliğinde ayin yaparcasına horonlar oynadıkları eşsiz bir güzellik…
Her dönemecin (viraj) bitiminde çocukluğumdan koşan hatıraların özleminde, Karadeniz’e varabilmek için alelacele koşan ırmakların seyrine bırakıyorum hüzünlerimi…
Başınızı kaldırdığınızda üzerinize çökecekmiş gibi duran o tepeler ilk görenleri uçsuz bir yalnızlığa itse de, çocukluğumun kalabalıklığıyla dolu her çakıl taşı…
Bugün ki azlığımın yanında ne kadar da çokmuşum meğer…
Yarmanın Başı’nı aşıp, Melenge yüzümü döndüğümde kocakarı anamın kokusunun beynimin derinliklerinin hasret yerine çöktüğünü hissettim. Kokladıkça yeni tatlar geliyor çocukluğumdan. Çayırdaki erik ağacının kokusu. Melengin orta yerinde ki kızıl elma ve yıllar öncesinden bordo keşanına sinip kalmış kara koç-un yün kokusu…
Çay yeşili gözlerinden yanağına düşen bir damla gözyaşının sıcaklığında yutkunarak ve titrek bir sesle; “Bak geldim işte ihtiyarım! Sana geldim. Nasırlı ellerini koklamaya geldim.” Diyebildim.
Boğazımda düğümlenen cümlelerin çizdiği daireler çelimsiz bedenime ağır geliyordu. Hıçkırıklara meyilli yüreğimi mintanımın mendil cebine saklayarak; “Hadi sen misafirlerle ilgilen ihtiyarım. Bende çeşme başına doğru bir sigara içimlik yürüyüşe çıkayım.”
Avludan çıkmak üzereyken, kocakarı anamın ihtiyar yorgun sesi değdi kulaklarıma; “Madem öyle Çolak Ethem’i ziyaret et. Çok hasta. Yarına çıkar mı belli değil.”
Hiç düşünmeden Çolak Ethem’in evine döndüm yüzümü. Yolun iki yanını çevreleyen gürgen ağaçlarına inat, çocukken bir türlü uzatamadığım saçlarımı iki yana sallayarak koşmaya başladım. Asi yüreğimin intikam duygusuydu bu.
Çolak Ethem’in evine varınca kapıyı çalmadan içeriye girdim. Köyümüzün tek korkulan adamı, evinin önünden geçmeye dahi çekindiğimiz koca Çolak Ethem tam karşımda iki büklüm bir bedenle, durmaksızın titreyen vücudunun eşliğinde beni seçmeye (tanımaya) çalışıyordu.
Karısı tok ve haykırır bir sesle, duyusunu yitirmiş kulağına eğilerek; “Tanıdın mı, Çavuş’un oğlu Memet geldi İstanbul’dan.” Dedi.
Ceketimin etek kısmını hızlı bir hamleyle geriye atıp, iki elimi pantolonumun cebine soktum. Göğsüm kendiliğinden 15–20 cm ileri fırlamıştı zaten. Çocukluğumda ismini duyduğumda korkudan yürek atışlarımın hızlandığı adam tam karşımda ve acınacak bir halde durmaksınız titriyordu. Artık o, benim gözlerime bakamıyordu. Kim ne derse desin, Çolak Ethem, bizlere yapmış olduklarının bedelini ödüyordu. Acı çekerek. Çay alım evlerinde kamyonları bize doldurtup, parasını cebine koymasının bedeliydi bu.
Timur’u tarih nasıl yazarsa yazsın, Anadolu halkı ölümünün ardından Timur’un mezarından seslerin geldiğini, inim inim inlediğini, kulaktan kulağa yıllarca anlatmıştır ve bu efsaneye inanmıştır.
Şimdinin iktidar sahipleri satılık yazarları tarafından ne kadar övülse de, hepsinin sonu Çolak Ethem ve Timur gibi olacaktır. Bu halk, Anadolu onların mezarlarından gelecek iniltilere ve haykırışlara inanacaktır…
Yorum Yap