O DÖNEMİN ZOR KOŞULLARINA GENÇLER İNANMIYOR

Bolu Gündem Gazetesi Köşe Yazarı, Köroğlu Tv “ İz Düşüm” Programının sunucusu Mustafa Namdar ile röportajımızın ikinci bölümü.

O DÖNEMİN ZOR KOŞULLARINA GENÇLER İNANMIYOR
3.08.2011 - 15:01

 

   Mustafa Namdar ile yaptığımız uzun ve bir o kadar da keyifli röportajımızın ikinci kısmı sizlerle.

Hocamın Bolu Kalkınma Vakfı Genel Sekreterliği, Kent Konseyi Genel Sekreterliğinin yanında, tarihe kocaman bir “İz Düşüm” bırakacak olan hayatından detaylar var bugünkü bölümümüzde.

Keyifli okumalar…

Hocam siz sanatla da uğraşıyorsunuz bildiğim kadarıyla. Neler yapıyorsunuz?

Ben öğretmenliği çok seviyordum ve kurs öğretmenliği yaptığımız dönemlerde çok büyük sıkıntılarla karşılaşmış olmamıza rağmen, yine de çok seviyordum. Bir takım güzellikleri insanlarla paylaşmayı birinci amaç olarak görüyorum. Kurs öğretmeni olarak çalıştığım o dönemleri şöyle tarif etmek mümkün, “Allahın bol insanların kıt olduğu yerlerde çalışıyorsunuz.” Konuşacağınız, bir şeyler paylaşacağınız hiç kimse yok. Köylerde ki insanlar tarlası, hayvanı gibi bir takım uğraşların peşinde. Sizin sosyal yaşam olarak o insanlarla paylaşabileceğiniz çok bir şey yok.

Çalıştığınız atölye evinize bir hayli uzaktadır. Başınızda sizi kontrol edecek kimse yoktur. Sizin kontrolünüzü sadece öğrencileriniz yapabilir. Bir şeyi öğrenmek düşüncesiyle sizinle beraber çalışmaya başlayan kişiler sizin için her zaman amiriniz konumundadır. Onlar bir şeyler öğrenmek için gelmişlerdir. Onu ihmal etme şansınız yoktur. Bu nedenle biz, bizi denetleyecek kimsenin olmadığı zamanlarda bile zamanında atölyemizi açmışızdır. Hatta köy yerinde canımız sıkılmıştır. Gece çalışmak için lüks bulmuşuzdur. O dönemlerde elektrik yoktu. Lüks lambası ile çalışırdık.

Emekli olduktan sonra böyle zor ve yoğun bir dönemin sonucunda, 3 ay 4 ay oturur, ayaklarımızı uzatıp kendimizi dinler, rahat ederiz diye düşündük. Ancak bizim çalışmalarımızın büyük bir bölümü atölyelerde yoğun olarak geçmişti. Bu tempoya alıştığımız için, emekli olduktan 2 ay sonra canımız sıkılmaya başladı. Ne yapalım diye düşünürken daha önce okul çalışmalarında başladığım yakma işleri aklımıza geldi.

“Turgut Özal’dan Tayyip Erdoğan’a kadar, üst düzey yöneticilerin portrelerini yaptım”

Ağaç yakma işlerine başladığımda, dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın, Dönem Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol’un, hatta son dönemlerde Recep Tayyip Erdoğan’ın, yani üst düzey yöneticilerin portrelerini yaptım. Bolu’ya geldiklerinde Bolu hatırası olarak hediye etmek için, o kişilerin portrelerini yapmamı isterlerdi. Aslında bu çok da kolay bir iş değil. Kaşında gözünde en ufak fazla yaktığınızda görüntü bambaşka bir hale geliyor. Ben de zevk alıyordum bu işten. İnsanların isteklerini de kıramıyorduk. Emeklilikten sonra geçen o iki aydan sonra, evimizin balkonunda, önceleri dikiş kutusu, tavla ve buna benzer yakma çalışmalarına başladık. Yaptıklarımızı da birilerine armağan ediyorduk.

Yağlı Boya Resime de Merak Saldım

O arada yağlı boya resim yapmaya merak saldım. BSM’de resim öğretmeni olan Şenol Sak’a gittim. Ben teknik öğrenmek istiyorum dedim. Oraya bir süre devam ettim. Ortak resim sergileri açtık. Bu sefer o yaktığım ağaçların üzerine hem yağlı boya hem sulu boya tablolar yapmaya çalıştım. Bir ara kişisel sergi açtım.

1983 de mutlu olabileceğim benden sonrakilere gururla devredebileceğim bir olay da şöyledir: 1982 yılında Yılın Öğretmeni” seçildim.

Hocam teknoloji ile aranız nasıl? Son dönemde bir facebook hesabı açtığınızın duyumlarını aldık.

Aslında teknoloji geliştikçe, en son ürünlerden istifade etmek bizim için vazgeçilmez bir olaydır. Ama ben bir müddet ekonomik nedenlerle bilgisayar alamadım. Sonra bilgisayar aldık. O bilgisayarı şuan da kızım kullanıyor. Ben bir türlü bilgisayarın başına oturmadım. Ama bundan uzaklaşmanın çok yanlış olduğunu düşünmeme rağmen, gündüz öylesine bir koşturmaca içindeyim ki, akşam hiç aklıma gelmiyor. Hatta kızım zaman zaman takılır. Baba sen bunu aldın ama hiç kullanmıyorsun diye. Facebook hesabına gelince, onu da Kızım açtı. Oradan mesajlar geliyor. Kızım bakıyor onlara bana haber veriyor.

Gazeteciliğe nasıl başladınız?

Ben eski adıyla marangozluk okudum. Branşım bu. Marangoz olan bir kişinin edebiyatla, yazarlıkla bir alakasının olabileceğini düşünmüyordum. 1996 yılında Bolu Gündem Gazetesine meslek liselerinin kat sayı problemleri ile ilgili bir okuyucu mektubu verdim. O dönemde yazı işleri müdürümüz sana bir sayfa açalım, köşe yazarlığı yap dedi. Ben önce güldüm. Marangoz adam gazetecilikten ne anlar diye. Epey bir itiraz ettim bu işe. Onlarda en azından bir deneyelim dediler. Haftada bir kez yazmak suretiyle bir iki yıl yazdım. Daha sonra bunu haftada üçe çıkaracağız dediler. Yine itiraz ettim derken üçe çıktı. Son zamanlarda da haftanın her günü yaz dediler. Ben gazeteci falan değilim, bu konuda eğitimim yok her gün yazamam derken bir taraftan girmiş olduk bu işe ve hafta içi her gün yazmaya başladık.

Köşe yazarlığından sonra televizyonculuk başlar. Mustafa Namdar her Çarşamba Köroğlu Tv’de “ iz düşüm” adlı programın sunuculuğunu yapıyor.

Yine aynı tarihlerde Köroğlu Televizyonundan Ercan Bey program teklifinde bulundu. Aşağı yukarı 3 ay kendileriyle mücadele ettik. Televizyon olayı çok başka bir olay. Bana Müdür Baş Yardımcısı olduğumda tüm sosyal faaliyetleri ben yürütüyordun, okulda yürüttüğün bu faaliyetler dolayısıyla, televizyon programını da yapabilirsin diye bir baskı oluştu. Ne kadar itiraz ettiysek de Sabri İnceler ile birlikte eğitim üzerine 1996 yılında bir program yapmaya başladık. O günden bu yana hafta da bir gün (Çarşamba) eğitim ile ilgili bir program yapmaya çalışıyoruz. Yapacağımız programın uzmanlarını bulup, toplumu bilgilendirme amaçlı bir program yapıyoruz. Ben siyasilerle program yapmadım, yapmam da. Seçim döneminde günümüzü siyasilere devrettik. Birde ramazan aylarında teravi namazından sonra hatim duası okunuyor televizyonda. Bu nedenle ramazan ayların da da bir aylık bir tatilimiz oluyor.

Yazılarınızdan takip ettik, bir Avrupa seyahatiniz oldu.

Okul ile ilgili bir vakfımız var. İzzet Baysal Endüstri Meslek Lisesi, AB projelerine yönelik projeler hazırlıyor.  Bu konu ile ilgili okulumuz AB proje kapsamında birinci ikinci sıralarda. Bizde vakıfla ilgili bir proje yapmalarını istedik. Geçen sene yetişkinler meslek eğitimi ile ilgili Avrupa da uygulama adı altında bir proje hazırlandı. Proje kabul gördü ve okulumuzda belli alanlarda ki 60 öğrenci, 40’ı Almanya, 20 ‘si Macaristan olmak üzere Avrupa’ya gittiler. Onlarla beraber 12 öğretmen idareci ve 3 proje koordinatörü, vakıf başkanı ve ben 14 günlük bir Almanya Macaristan yolculuğumuz oldu.

Bizim zamanımızda köyden şehir merkezine inmemiş insanlar varken, şimdi ki gençler ülkeler arası gezebiliyorlar.

Ben ilk defa yurt dışına çıktım. Bu yaşımıza geldik, böyle bir şey kısmet olmamıştı. Hatta bizim çocukluk dönemlerimizde, komşularımızdan, şehir merkezine inmeyen, inme fırsat bulamamış insanlar varken, günümüzde ülkeler arasında yolculuklar yapan gençlerimizi gördüğüm için çok seviniyorum. Gerçekten yurt dışını görmek çok önemli diye düşünüyorum. Beni yönetimden gönderirken, gazetecilik sıfatım olması nedeniyle, orada bir takım gözlemler yapman açısından senin gitmende yarar var diyerek gönderdiler.

Şurada oturduğumuz zaman, bu mekândan daha güzel bir mekan yok diye düşünebiliriz. Ne zaman ki kendi yerimizle eş değer bir yere gittiğimizde orda bir takım değişiklileri gördüğünüzde şu da varmış deme şansınız oluyor. Oraya gittiğimizde şunu gördüm, Almanya ve Macaristan’da bir kural konmuş. Bu kuralları kimse kesinlikle sağından solundan delmek için çaba sarf etmiyor. Herkes sanki otomatiğe bağlanmış bireyler olarak kendilerine verilmiş olan görev ne ise bununla ilgileniyor. Kimse kimsenin yaptığıyla meşgul değil. Rönesans dan bu yana yapılan mimari tarihi eserlere bakıyorsunuz. Bu nasıl yapıldı o dönemin koşullarında diye düşünüyorsunuz. Kültürel konularda herhangi bir yozlaşma olmamış, hep yeniliğin peşinde koşmuşlar.

Röportajımızın ilk bölümünde anlatmıştık. Mustafa Namdar’ın ilk görev yeri Artvin’di. O dönemlerde Artvin Bolu arası yolculuk bir hafta sürüyormuş. Şimdi ise ülkeler arası yolculuklar 2-3 saat.

Dünya ilk günkü gibi değil, her gün bir değişim içersinde. Birileri boş durmuyor, bir şeyler yapıyor. Bolu’da benim çocukluk dönemlerimde bir tane taksi, bir de jip vardı. Öküz arabaları, at arabaları vardı bu ikisinin dışında.

Kimindi o jip ve taksi?

Allah rahmet eylesin, otomobil Üzeyir usta diye bir büyüğümüzdü. Jipte lakap olarak Eşşekçinin Nurettin diye tabir ettikleri birisinindi.

Onun dışında ulaşım at arabaları ve öküz arabalarıyla sağlanırdı. O dönemlerde İstanbul’a direk otobüs de yoktu. Adapazarı’na kadar, emniyetçilerin otobüsleriyle gidilirdi, oradan trene binmek suretiyle de İstanbul’a gidilirdi. Bolu dağı kargasekmez diye anılırdı. Kargasekmez’i geçmek büyük bir dertti, hele kışın ulaşım çok zor olurdu.

O dönemlerde Karadeniz’de çalışan posta vapurları vardı. Yeni hatlara giren bir de ekspres dediğimiz gemiler vardı. Ben hep bu ekspreslerle yolculuk yaptım. Çok konforlu, o döneme kadar evinizde, lokantanızda yani hiçbir yerde görmediğiniz mükemmel bir konfor vardı. İlk kez biniyorsanız nerden girip nereye nasıl adım atacağınızda epey tereddüt ederdiniz.

Yol yoktu, Artvin’e ilk gidişimde yanımda oturan yaşlıca bir amca vardı. Çoruh nehrinde sanki yukardan baktığınız zaman ip gibi görünüyordu. Öyle bir uçurum ki sanki düz duvar. İster istemez, ben kargasekmezin o zorluklarını yaşamış biri olmama rağmen, korkup yanımda ki o yaşlı adama yaslanmışım. Yolun yarısına geldiğimizde şöyle omzuma dokunup “evlat ilk defa mı geliyorsun” dedi. Sanki yaslandığımda otobüs devrilmeyecek gibi hissetmişim. Yollar çok virajlıydı, şehir görünmeye başladıktan sonra 18 tane viraj saydım ben. Sonra 1956 da Çoruh nehri kenarına indirildi o yol.

O dönemin imkansızlıklarına gençler inanmıyor.

O dönemlerin imkansızlıklarını bazen gençlere anlattığımız zaman, şu an da ki ulaşım araçlarının teknolojik yapısını dikkate alarak size inanmıyorlar. Böyle zorluklar içinde görev mi yapılır diyende oluyor. Ama Artvin sanki benim ikinci memleketim gibidir. Çok farklı bir yaşam tarzı vardı orada. İnsanlarda aynen İstanbul kültürü vardı. Yolu böylesine berbat olmasına rağmen, burada insanlar arasında ki iletişim ve saygı çok başkaydı. Size orada yediden yetmişe herkes saygı gösteriyordu. İlk gittiğimizde 22 yaşlarında delikanlılardık, kahveye girdiğimizde altmış yetmiş yaşında ki insanlar ayağa kalkıp yer verirlerdi, “siz garipsiniz bizim memleketimize bize hizmet için geldiniz. Başımızın üstünde yeriniz var” derlerdi. Kültür seviyesi, o dönemlerde yüzde 92’ler seviyesindeydi. O dönemde 4500 nüfusa sahipti. Her ne kadar çok sıkıntılı da olsa geçmiş yaşamı düşündüğünüzde, güzel birer anı olarak belleğinizde yer ediyor. Ama tabi bakmasını bilmek çok önemli, olumsuzluklara baktıkça dünyanın hiçbir yerinde olumlu bir şey olduğunu görme şansınız yok.

YARIN: ESKİ BOLU VE DAHA FAZLASI SON BÖLÜMLE SİZLERLE


Editör: E. Candan