TABUTTA YAŞAYAN İNSANLAR VARDI

Bolu da Yeni Hayat Gazetesi Köşe yazarı Hamza Canbaş’a çocukluk yıllarından bugüne pek çok konuyu sorduk. O da  pek çok cevap verdi.Ama en ilginç olanı kendinizi kısaca tanıtırmısınız dedik ."Hemen tanıtmayayım roportajı okuyan kısaca değil uzunca tanımış olur" dedi.

TABUTTA YAŞAYAN İNSANLAR VARDI
10.07.2011 - 22:56

Bolu da Yeni Hayat Gazetesi Köşe yazarları Hamza Canbaş’a çocukluk yıllarından bugüne pek çok konuyu sorduk. O da  pek çok cevap verdi.Ama en ilginç olanı kendinizi kısaca tanıtırmısınız dedik .Hemen tanıtmayayım roportajı okuyan kısaca değil uzunca tanımış olur dedi.Bizde evden başladık sormaya . 

Hamza bey evinizde nasıl zaman geçirirsiniz? Örneğin yemek yapar mısınız?

Valla ben yemek yapmasını bilmiyorum. Bizim evimizde çok iyi bir aşçımız var. o da annem, çok iyi yemek yapar. Ben sadece salata yapmasını ve yumurta pişirmesini bilirim. Annem bazen kalk oğlum hadi bu sabah da yumurtayı sen yap derse, o zaman girerim mutfağa. Evde çok yararlı bir adam değilim. Sabah 9 da evden çıkar, akşam 10 da girerim. Bu yıllardır böyle, gazetecilikten kalma bir alışkanlık. Hürriyette çalıştığım dönemlerde geç saatlere kadar çalışırdık, şimdiki kadar teknoloji iyi değildi o zamanlar. Haber yaz, çek, kartlara kendin bas, İstanbul’a gönder 11’lere kadar çalışırdık.

Ailenizle yaşıyorsunuz anladığım kadarıyla. Annenizin sizden en çok şikayet ettiği özelliğiniz hangisidir?

Evet, annem, babam ve ben, birlikte yaşıyoruz.  Niye hiç evlenmiyorsun diye şikayet eder sürekli.

Peki,    annenizin sizde en çok beğendiği özelliğiniz nedir?

Bunu hiç sormadım ama ben çok anneci bir insanım. Bırakıp gidemem annemi, Bolu’dan gitmek için birçok fırsat çıktı önüme ama annemi bırakıp gidememişimdir. Hatta depremden sonra başka bir ilde çalışmaya başlamıştım. Bir hafta sonra anne ben özledim dönüyorum diyip Bolu’ya geri gelmiştim.

Çocukluğunda arkadaşları ile komşuların zillerine basıp kaçarmış Hamza Canbaş, “ hala bir yere gittiğimde zillerin üzerinde parmaklarımı dolaştırırım, o günleri hatırlayarak” derken, içinde kalan çocuğun gözleri parlıyor. 

Bir yazınızda “ keşke herkes çocuk kalabilseydi” demiştiniz ..

Çocukların evrensel bir dili var, ağlamak. Küçüklen çocuklar aynı şekilde ağlar, aynı dili kullanır. Filistin Devlet Başkanı da, Amerika Devlet Başkanı da aynı şekilde ağlıyordu. Ne zaman ki büyüdüler lider oldular. Anlaşamaz hale geldiler. Ama çocukların hiçbir sorunu yok. O yüzden keşke herkes çocuk kalabilseydi demiştim. Ortak bir dilimiz olur ve kavga etmeyiz. Olaylara çocuklar kadar masum bakabilsek her şey çok daha güzel olur.

 Sizin çocukluğunuzdan kalan bir hatıranızı sorsak…

Ben bugün böyle düşünebiliyorsam, olaylara pozitif bakabiliyorsam içimde kalan çocuk ruhumdandır.

Ben çoğu zaman çocuk ruhumu dışa yansıtırım. Daha doğal olduğunu düşünüyorum. Birçok hatıram var ama bir tanesini seçersem komşularımızın zillerine basıp kaçtığımı unutamam mesela. Bizim o zamanlar mahallemize yeni bir apartman yapılmıştı. 12 tane zili vardı, piyano gibi görünürdü gözümüze o ziller. Arkadaşlarla beraber değişik zamanlamalarla zillere basar müzik oluştururduk. Bundan acayip keyif alırdık. Kimisi kuş sesi koymuş, kimisi başka bir melodi koymuş, çok enteresan gelirdi bize. Şimdide ne zaman zil görsem o günler aklıma gelir, parmaklarımı zillerin üzerinde gezdiririm.

Köşe yazarlığının dışında neler yapıyorsunuz?

Ben şu an akaryakıt üzerine çalışan bir şirkette çalışıyorum. Bu şirketin Kamu bağlantılarını sağlıyorum, ihalelerini takip ediyorum. Patron benim arkadaşımdı zaten, sağ olsun çok zor bir işte vermiyor. Depremden sonra çalışmaya başladım.

Asıl mesleğiniz nedir? Nereden mezunsunuz?

Ben imam hatipten mezunum. Bu işte de alaylıyım. Ben aslında spot işler yapmak istiyordum. Parayı kazanıp harcamayı seviyorum. Mesela işte manavcılıktan iyi para kazanırım diye düşünüyordum, manavcılık yapıyordum. Sıkılınca, buradan yeterince para kazandım, fayda sağladım hadi değiştireyim mantığıyla çalışırdım. Oradan kazandığım parayla da gezerdim. Ben Nemrut Dağı’na gittiğimde daha Bolu’dan kimse oraya gitmemişti. Okurdum gazete de Fransız turistler güneşin doğuşunu seyrettiler diye, bozulurdum o zaman. Onlar gelmişler Fransa’dan, biz gidemiyoruz diye. Böylelikle uzun bir süre gezdim. Parayı kazanayım ama harcayacak zamanım da olsun derdim.

Çok plancı bir yapınız yok sanırım.

Hayır, hiç beceremem plan yapmayı.

Babasının dükkanında ki hesap makinesinden yola çıkarak daktilo alıp, kendi kendine kullanmayı öğrenen, boş zamanlarımda fotoğrafçıda çalışan arkadaşının yanına gidip gelerek fotoğraf çekmeyi öğrenen Hamza Canbaş bu özellikleri ile Hürriyet Bolu Büro Şefi Oğuz Uçar’ın dikkatini çeker.                

 Hayatınızın uzun bir dönemini gazetecilikle geçirmişsiniz. Nasıl başladınız bu işe?

Askere gidip geldikten sonra, o zamanlar Hürriyette çalışan Oğuz Ağabey vardı ( Oğuz Uçar) beni çağırdı. Çalışan muhabirlerden birinin işten ayrılacağını söyledi. Birlikte çalışır mıyız dedi. O zamana kadar gazetecilik ile ilgili hiç bir şey yapmamışım. Ama oğuz ağabey benim fotoğraf çektiğimi, daktilo kullanabildiğimi bildiği için yaparsın dedi. Bende böylelikle kabul ettim. Ofice Boy olarak çalışmaya başladım önce, masa sandalye silerek. Metin ağabey vardı birde, sonra o başka bir gazeteye geçti, Oğuz Ağabey İstanbul’a tayin oldu. Bir anda ofis bana kaldı. Sonra İzmit büroda çalışan bir bayan vardı. Hakkını ödeyemem. O beni cesaretlendirdi. Beni yönlendirdi, böylelikle haber yapmaya başladım. O zamanlar öğrenebilmek için sabahlara kadar çalışırdım.

Hiç planlı değildi yani. Benim meslek edinmek gibi bir düşüncem olmamıştı. Benim inandığım bir şey vardır. Çalışırsan para kazanırsın. O yüzden marangoz olayım, gazeteci olayım, doktor olayım gibi bir planım yoktu.

“TABUTTA YAŞAYAN İNSANLAR”

İlk yaptığınız haber neydi hatırlıyor musunuz? Neler hissetmiştiniz haberinizi gördüğünüzde?

  Trajik bir haberdi. Tabutta yaşayan insanların  haberini yapmıştım. O zamanlar Bolu’da Camlı Cami’nin gasilhanesi vardı  Orada caminin tabutları duruyor. Birisi bana orada fakir iki insan kalıyor, çok soğuk olduğunda tabutların içerisine girip yatıyorlar diye söylemişti. Ben de gittim, iki tane yaşlı insan. Biri kadın, biri erkek, evliler mi, kardeşler mi bilmiyoruz. Çok soğuk olduğunda önce adam, kadını tabut’a yatırıyor, üstünü örtüyor, sonra kendi başka bir tabuta girip yatıyordu. Bunun haberini yapmıştım, tabutta yaşam başlığı altında. Haberi ilk gazetede gördüğümde, haberimin çıktığına mı sevineyim, insanların bu durumda olduğuna mı  üzüleyim bilemedim. Daha sonra o insanlara belediye sahip çıkmıştı. Buna vesile olduğum için de çok mutlu olmuştum. Haberciliği sevmeme de vesile olmuştu bu haber. Çünkü zor durumda olan bir insanın haberini yapmıştım ve o insanlara yardım edilmişti. Yanlış giden şeylerin doğru hale gelmesine vesile olduğum için haberciliği sevmiştim.

“ Önceleri gazeteciler meslektaşlarının ayaklarının altına sabun koymaya çalışırlardı” diye başlıyor Hamza Bey anlatmaya…

Acemilik dönemlerinde birçok gazeteci, heyecanla film takmayı unutur. Siz böyle bir şey yaşadınız mı?

Birçok kişinin başına gelir zaten. Akşam yapmak gerekir yorgunlukla unutursun, sabah çayını içerken pat diye bir telefon gelir. Aniden çıkınca unutur çıkarsın. Benim başıma hiç gelmedi ama bir arkadaşımın büyük bir kazığını yedim film konusunda. Gazetecilikte özellikle o dönemlerde herkes birbirinin ayağını kaydırmaya çalışırdı. Senin bir adım öne geçmeni istemiyor. Burada Mudurnu’da bir film çekiliyordu. Oyunculardan biri vefat ediyor. Başrol sanatçılarından biri Fatma Girik. Bana hastaneden telefon açtılar. Gideceğim ama ofiste makine yok, haber de var beklemez. Çalıştığımız fotoğrafçılardan birinden bir makine istedim. Bir makine verdi ama hala daha adını markasını bilmediğim bir makine. Film takamıyorum. Gittim bir arkadaşa dedim ki şuna film takar mısın? Takarım ama ne yapacağını söyle, dedi. Söylesem bir türlü, söylemesem bir türlü, ilk kez bizde çıksın istiyorum. Neyse söylemek zorunda kaldım. Aldı benden makineyi, karanlık odaya gitti takmak için. Beraber gittik hastaneye. Fatma Girik’in fotoğraflarını çekeceğiz. Fatma Hanım fotoğraf çektirmiyor. Sürekli telefon geliyor başsağlığı için. Bende santralle konuştum. Telefonu koridora bağlattırdım. Hatta arayan da Kartal Tibet’di. Fatma Hanım’ı çağırdım başhekimin odasından. Biz fotoğraf çekerken kızdı, tekme falan attı . Sonra kendisi de üzüldü yaptığına, çocuklar menekşe otelde kalıyorum, akşam gelin orada konuşalım, dedi. Bende makineyi aldığım fotoğrafçıya gittim. Adam makineyi bir açtı film yok içinde. O zaman anladım arkadaşın bana kazık attığını. Neyse biz akşam gittik, o çekiyor, ben çekiyorum falan. Sonra geldi, nasılsa bu ikimizin özel haberi, bunu bu akşam göndermeyeceğim, sende yarın akşam gönder dedi. Sonra ben o sinirle o akşam haberi yazdım, gönderdim. Ertesi gün haber gazetede çıkınca bu geldi nasıl çektin fotoğrafları film yoktu makine de, dedi. Bu yediğim ilk kazıktı. İyi ki baştan yaşadım bunu. Ders almış oldum.

Gazetecilik mesleğinde aldığınız ödülünüz oldu mu?

Bolu gazeteciler cemiyetinin açtığı bütün yarışmaların hemen hepsinde ödül almıştım. Ama süt üreticilerinin bir grevinde “grev süt döktürdü” diye bir haber yapmıştım. O dönemde süt işçileri grevde idi, köylerden süt toplanmıyordu. Bende dolaşırken köylü bir kadının sütünü döktüğünü gördüm. Onun fotoğrafını çektim. Gıda iş sendikası başkanı hükümet ile görüşmeye giderken, benim o haberimin çıktığı gazeteyi götürmüştü. O görüşmenin sonucunda işçilerin lehine karar çıktı. O haberimle ben ödül aldım. İşçi ve sendikaların, o fotoğrafın sayesinde biz isteklerimize kavuştuk sözü benim için en büyük ödüldü.

“Gazetecilik başlı başına her anı hatırlanacak bir meslek aslında. Hamza Bey’in de gazetecilik ile ilgili anısını sorduğumuzda aklına bir dönem uykularını kaçıran bir haberi geliyor”

Eminim gazetecilik yaptığınız döneme ait çok fazla anınız vardır. Bir tanesini seçecek olursanız…

Var tabi, bir sabah evden çıktım. Üç beş adım atmadan, telsizden anons geçti. Çaydurt bölgesinde bir trafik kazası olmuş. Bende hemen kaza yerine gittim. Polis bile gelmeden ben oradaydım. Araba ikiye bölünmüş haldeydi. Direksiyonda ki adam ölmüş, arkada zenci bir kadın ve bir bebek vardı. Sisli bir hava vardı. Ben çocuk ve kadında ölmüş diye hiç dokunmadım. Fotoğraf çektim ayrıldım oradan. O karışıklıkta isimleri almayı unutmuşum. Öğleden sonra isimlerini öğrenmek için hastaneye gittim. Çocuk yaşıyormuş hastanede öğrendim. Haberi yazdım eve gittim. Rüyamda kazayı görüyorum, çocuk bana “ beni bu soğukta niye bıraktın” diyor. Kalkıyorum, yatıyorum, yine aynı rüyayı görüyorum. Birkaç gün böyle bu rüyayı gördüm. Üç dört kez çocuğu rüyamda görünce devlet hastanesine gittim çocuğun durumunu öğrenmek için. İstanbul’dan dedesi gelmiş, almışlar çocuğu. Adreslerini aldım. Çocuğa hediyeler aldım ve gittim çocuğu görmeye. Çocuğun dedesi açtı kapıyı, durumu anlattım. Helallik istedim. Çocuğu sevdim biraz zaman geçirdim, döndüm Bolu’ya. Bu olay beni çok etkilemişti. Hatta bir ara ben bu işi yapamayacağım aşamasına geldim. O yüzden trafik kazası haberlerini sevmem. Her trafik kazasında bu gözümün önüne gelir.

“Gazeteciliğe başlamadan önce insanlar beni ilgilendirmezdi”

Gazetecilik, hayatınızda neleri değiştirdi?

Gazetecilik zor bir iş, benden çok fazla götürüsü oldu. Beni Bolu’ya bağladı. Ben çok sabit yaşamayı sevmezdim. Plansız, tamamen ben odaklı yaşayan bir insandım. Ama gazeteciliğin bana sorumluluk duygusu kattığını söyleyebilirim. Bunu değiştirdi. Gazeteci olmadan önce olaylara bakışımla, sonrasında ki bakışım çok farklılaştı. Mesela yoldan geçerken bir çöp beni rahatsız etmezdi, beni ilgilendirmezdi. Ama gazetecilikten sonra insanlar için bir şeyler düşünmeye başladım. İnsanlara karşı sorumluluğum olduğunu hissettim.

Siz muhabir olarak bu mesleğe başladınız. Şu an köşe yazarlığı yapıyorsunuz. Bir tercih yaparsanız, muhabirlik mi? Köşe yazarlığı mı?

Kesinlikle muhabirlik. Muhabirlik daha zevkli, apayrı bir şey. İster istemez kendini geliştirmeni sağlıyor. Ben muhabirlik yaparken kendimi çok geliştirdiğimi düşünüyorum. Olaylara doğru bakabilmeyi muhabirlikle öğreniyorsunuz. Ben köşe yazarken bile muhabirlik yapıyorum. Bir şeyi yazarken o olayı araştırıp, incelemezseniz yazamazsınız. O yüzden ben köşe yazarıyım demiyorum. Ben köşe muhabiriyim.

Geçmişten bugüne Bolu basınını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben yazdığım yazılarda Bolu’da ki gazeteci ve yazar arkadaşları zaman zaman eleştiriyorum. Ama şu an ki arkadaşlarla, eski dönemde ki arkadaşları kıyaslayamayız. Herkesi kendi koşullarında değerlendirmeliyiz.

Gazeteciliği değerlendirecek olursak, Türkiye’de gazeteci olmak çok kolay. Hatta gazete patronu olmak ondan da kolay. Bugün gidiyorsunuz, bir beyanname dolduruyorsunuz, yazı işleri müdürü buluyorsunuz. Savcılığa bunları veriyorsunuz. Oldunuz Aydın Doğan. Sizin tahsiliniz önemli değil. En ufak bir işletme bile kurarken en az 20 yere dilekçe veriyorsunuz. Ama gazete kurmak için sadece bir beyanname yetiyor. Muhabir olurken de, gazetede çalışan arkadaşlara bakıyorum hep yaş grupları aynı, 18-25 yaş grubu. Patron iyi para kazanmadığını iddia ediyor, verebileceği para çok cüzi. Çalışan da işte harçlığımı çıkartayım mantığı ile yaklaşıyor. Durum böyle olunca ortaya kaliteli haber çıkmıyor. Meslek olarak bakmıyor kimse olaya. Geçici bir süre buradayım, günümü kurtarayım noktasında baktığı için, çalışan muhabir kendini geliştirmiyor. Ben hürriyette çalışmaya başladığımda sürekli okurdum. Hatta bana reklamları bile okuturlardı. Şimdi ki arkadaşlar bunları yapmıyorlar.

Ben isterim ki burada başlasınlar ama bir süre sonra büyük gazetelere geçsinler. Gazeteciliği meslek olarak görsünler. Burayı bir basamak olarak görsünler.1988’den bu yana İstanbul basınına gitmiş bir tek Oğuz ağabey var.

Peki, iyi gazeteciliğin püf noktası nedir?

Bana göre, haber tek taraflı değildir. Olayın bütün taraflarını incelemek lazım. Haberin bir sacayağı vardır. 5N1K kuralı vardır, buna uyması lazım. Uymazsa o haber eksiktir.

Sizin gazeteciliğin yanı sıra birde siyasi bir kimliğiniz oldu. Neden siyasete girdiniz?

Ben uzun yıllar siyasetçileri eleştirdim. Her ne kadar gazeteci olsam da siyasi bir görüşünüz var mutlaka. Halkın Sesi Partisine girmem de şöyle oldu. 2000’li yıllara kadar hiçbir partiye sıcak bakmazdım. Has Partiye girdim ama milli görüşten gelen bir adam değilim. Yaşam tarzı olarak da milli görüşe çok uygun bir insan değilim. Has Parti kurulurken Abdullah Bey, hep dışarıdan eleştiriyorsun, gel içerden çalış dedi. Bende inceledim, tüzüğünü okudum. Tam olarak oturmasa bile kafama diğer partilerden daha sıcak geldi. Söylemlerinin slogan şeklinde değil de olabilirlik şeklinde olması beni böyle bir karar almaya itti. Benim için insanların siyasi düşünceleri önemli değildir. Ben hep haklının yanında olmuşumdur. Halk evine de giderim. Grevde ki işçilerle de yürürüm. Hatta çoğu kişi şaşırıyor, sen solcu değilmiydin, diyorlar. Ben solcu değildim, ama sağcı da değildim. O kavram karmaşasının dışında bir insandım. Bu nedenlerle Has Parti bana daha yakın geldi.

Hem gazeteci kimliğinizle, hem de siyasetçi kimliğinizle haksızlığa, sorunlara karşı bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz. Sizce Bolu’nun en büyük problemi nedir?

Bolu’nun en büyük sorunu Boluluların kendisidir. Bolu dünyanın en güzel yeridir. Allah bütün güzellikleri  Bolu’ya vermiş. Bu yüzden Bolu’da sorun aramak doğru değildir. Bolu’da kim neyi istiyor da bulamıyor. Trafik diyorlar, trafik her yerde problem. Evet, sorun ama her yerde sorun. Kendine özel bir sorunu yok. Hava kirliliği diyoruz, her yerde kirli. Temizlenmeye başlandı da yavaş yavaş.

İşsizlik diyorlar, Bolu’da para var, ama yatırım yapan yok. Bunu belediye başkanının yapacak hali yok. Ama ilçelerde ki işsizlik sorundur. Kıbrıscık’da, Seben’de işsizlik nedeniyle insan kalmamış. Eğer Bolu’ya teşvik alınacaksa ilçeler baz alınmalıdır.

Bende bir yetki olmuş olsa ya da rahmetli İzzet Baysal gibi zengin bir adam olsam, Bolu adına yapacağım bir şey var. Şehirde gezen meczuplar var. Onlar için 80 yatak kapasiteli, şehir dışında bir rehabilitasyon merkezi açarım. Onların evi barkı yok. Ben bunu sorun olarak görüyorum. Onlar için bir şey yapmak isterim.

Bırakın Bolu Yeşil Kalsın” diyor Canbaş son olarak. Fotoğraf çekmeye, üzerinde bu sloganın yazılı olduğu t-sirt ile çıkıyor. Fotoğraf çekmek bambaşka bir zevktir, ama Hamza Bey ve Bolu Fotoğraf Sevenler Derneği, fotoğraf’a öyle bir misyon yüklemişler ki, bu duyarlılığa hayran kalmamak imkansız.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

  Ben son olarak meslektaşlarımla ilgili konuşmak istiyorum. Bolu’dan çok iyi gazeteciler çıkması gerekiyor. Bunun içinde gazeteci arkadaşların, bunu meslek olarak görüp, kendilerini geliştirmeleri gerekiyor. Hakikaten Bolu için bir şeyler yapmak istiyorlarsa yapabilecekleri en güzel şey budur.

Bir de bizim bir fotoğraf sanatı derneğimiz var, ondan da bahsetmek istiyorum. Dernekte şu an 100’e yakın arkadaşımız var. Bolu’da ki fotoğraf sevenleri derneğimiz çatısı altında görmek istiyoruz. Fotoğraf çekmeyi seven insanın çevreye daha saygılı olacağını düşünüyorum. Kötü bir yeri kimse fotoğraflamak istemez. Bizim amacımız insanlara çevre bilincini de aşılayabilmek. Okullarda fotoğraf kulübü kurmayı düşünüyoruz. Çocuklar bununla hem fotoğraf çekmeyi öğrenecek, hem de çevre bilincini kazanacaklar. Bunun Atatürk İlköğretim okulunda küçük bir uygulamasını yaptık. O çocuklar Abant da, ellerinde kompakt makinelerle fotoğraf çektiler. O çocuklar, daha sonra pikniğe gittiklerinde fotoğrafını çekerim düşüncesi ile çöplerini toplayacak, çiçeğe basmayacak.

  Son olarak biz Kıbrıscık da bir sergi açtık. Orada iki günlük bir çalışma yaptık ve Kıbrıscık’ı fotoğrafladık. Sergide fark ettik ki insanlar ilk kez böyle bir şey görüyorlar, sanat hiç uğramamış oralara. Biz istiyoruz ki oralarda da sorumluluk kapsamında bir şeyler yapılsın. 

Haber- Röportaj Nermin Kaya


Editör: E. Candan